Duygular her dönemin en çok konuşulan konusudur muhakkak. Görece yeni olan ise akademinin postyapısalcı, sol liberal kesiminin bu işe el atmış olması. Şimdiye kadar duyguların bireysel, irrasyonel olarak görüldüğü ve siyasetin duygu körü olduğu savı bu kesimlerce üretilen yazıların giriş kısımlarını süslüyor. Söz konusu kesimler, Marksizmin hayatı ve emeği açıklarken aydınlanmacılıktan devraldığı “soğuk”, “materyalist” ve ”kaba” analizlerinin yerine “insani” olanı analize taşımak iddiasındalar.
Bu yaklaşıma göre Marksistler amaca odaklıdır, akılcıdır ve duygusuzdur. Gerçekten öyle midir? Var elbet bizim de duygularımız! O zaman önce son dönem popüler olan duygular sosyolojisine bakalım. Ardından da Marksistlerin duygularına.
Son dönem öne çıkan duygular sosyolojisinde üç önemli uğrak saptayabiliriz: “Bireylerin duyguları”, “duygulardaki yıkıcı etkiler” ve “duygu siyaseti.” İlk olarak, duyguların incelenmesinde analiz birimi bireydir. Söz konusu birey bazen düpedüz haliyle bireydir. Bazen de inşa edilmiş ama edildikten sonra da bireysel olarak devinmeye başlamış kuramsal bir şeydir. Bireyin haline ilişkin analiz ne kadar karmaşık başlasa da birey çözümleme nesnesi haline dönüştüğünde bildiğimiz düz liberal bireye dönüşüverir. Son dönem çalışmalar duyguların bireysel olarak görüldüğünü ve esas olarak duyguları toplumsal fenomen olarak görmeyi önerdiklerini de belirtiyorlar. Ama bahsi geçen toplum da politik toplumun tam karşısında duran, bireylerin basit toplamına eşit olan düz liberal toplumdur.
Bireyselcilik üzerine eklenen duygu, tüm duyguların “ben”le başlayan cümleler içerisinde ifade edilmesiyle sonuçlanıyor. Duygular üzerine yoğunlaşan akademik çalışmalarda ve buna bağlı siyasal duruşlarda sürekli tekrarlayan, bitip, tükenmez bir “ben” öndedir: “Ben böyle düşünüyorum”, “Ben her zaman bunun yanında oldum”, “Ben bunu tercih ettim”, “Ben bunu hak etmedim.”
İkinci olarak, duygulardaki yıkıcı etkinin baskınlığı bir diğer uğraktır: acı, nefret, korku, iğrenme, utanç. Ve tamamlanmamış arzular… Yıkıcı etkinin toplumsal konumlarımız ve duyguları “duyumsayışımız” arasındaki bağlantı üzerine bir şeyler içermesini bekleyebilirsiniz. Öyle değil ama. Toplumsal işlevlerini ve rollerini yerine getiremeyen insanların acizliğinden ziyade kimliklerin çaresiz taşıyıcıları oldukları için nefret eden, utanan kimselerden başkası söz konusu değildir bu akademik tahlillerde.
Üçüncü olarak ise duygu siyasetini belirtmek gerekir. Siyaseti duygulara kör bir alandan duygulara açmak gerektiği vurgulanmaktadır. Siyaset alanının duygu saçan sembollerle ve duygusal yatırımlarla dolduğu iddia edilmektedir. Bireylerin basit toplamına indirilmiş olan ve uygarlığın gerektirdiği güzelliklerden paylarını alamamış olduğu var sayılan kitleler de bu yeri-değiştirilmiş duyguların ve sembollerin etkisi altında konumlandırılır. Kitleselleşmiş duygular ise çoğu zaman intikam arzusudur, hınçtır ve linçtir. Onlara göre bu duygu iklimi, siyaset alanını belirlemektedir.
Var elbet bizim de duygularımız! Ama bunlar piyasaya, kimliklere ve bireysel duyumsama hallerine endeksli değil. Bunlar, gücünü, güçsüzlüğünü, şiddetini nesnel koşullar içerisinde emekçilerin karşılaşmalarından alan duygular. Bunlar, aynı topraklarda aynı hikayeyi anlatıp, aynı hikayeyi dinleyen ve aynı hikayeye ağlayan insanların birlikteliğinde büyüyen duygular.
Duyguların emekçi varoluşuna bir örnek ise bu topraklarda yaşayan emekçilerin çoğunun “ben” dememesidir. Sendika eğitimlerine memleketin dört yanından işçiler gelir, uzun yolculuklar yapmışlardır. Eğitimin başlayacağı sabah, uzak yollardan gelmiş işçiye sorarsınız, “Nasılsın?” diye. “İyiyiz” der. “İyiyiz.” Tam da bu nedenle devrimciler de bu ortak varoluşun parçası olarak “biz”i kullanırlar. “Ben”den devrim çıkmaz, “biz”i olmayan devrim olmaz.
Duygular dayanışma, ortaklıkta inat ve mücadele içerisinde başka; bireysel ihtiyaçların bireysel tatmini içerisinde başka şekillenir. İnsanların deneyimlediği endişe, umutsuzluk, mağduriyet, tatminsizlik, bireysel zarara uğrama ya da kaybetme korkusu gibi haller onu sarmalayan nesnel ilişkilerden soyutlanarak ele alınamaz. Duygular yaşamı yeniden üretme süreci içerisinde maruz kaldığınız karşılaşmaların ürünüdür.
İnanmıyor musunuz? O zaman parçası olduğunuz toplumun bir emekçisi olarak, emekçilerin kolektif hakları için bir yürüyüşüne hiç hesapsız katılın, dediğimizi hemen anlarsınız. Böyle bir yürüyüşte tüm duygulara yer vardır. 1991’de yaklaşık 70 bin maden işçisinin Zonguldak’tan Ankara’ya gerçekleştirdiği büyük madenci yürüyüşündeki duygular örneğin. Maden işçileriyle dayanışan yerel halk ve esnaf, işçilerin geçecekleri yol kenarına yiyecek ve içecek bulunan masalar kurarlar. Ve her işçi o masalarda bulunanlardan azıcık azık alır kendine çünkü arkadan gelecekleri düşünür. Biz duygu diye bunu biliriz.
Duygular adalet, hakkaniyet arayışında ve dayanışma içinde şekillenir. İntikam, linç, hasetlik burjuva değerlerinin yalnız bireyleri çepeçevre sarmasıdır. Birlikte üreten emekçilerin yaşam alanlarında dayanışmaya, paylaşıma dayalı duygular çok daha mümkündür. Duygular odağı belirsiz ve her yerde olan iktidarın bireyi ve bedeni sarmaladığı tuhaf bir durumun ürünü değil sömürünün, eşitsizliğin, açlığın ve yoksulluğun ortaya çıkardığı yapıların ürünüdür. Şiddetleri de karşılaşmalar tarafından belirlenir. Hemen ekleyelim sınıfsal konumlarla bağlantı içerisinde oluşmayan bir karşılaşma henüz görülmemiştir.
Devrimciler herkesin eşitliği için analiz, kuram ve akıl yürütmeler içinde duygularını unutmuş ya da onları askıya almış insanlar olarak düşünülüyor bazı kesimlerce. Asık yüzlüler olarak… Oysa hiç de öyle değil. En coşkun duygu, dünyanın çivisinin çıktığını bilen ve bunu değiştirmek için yan yana olmayı seçen insanların arasındayken hissedilen neşedir. Bir tekrarla bitirelim: Var elbet bizim de duygularımız!