“Kapitalist toplumlarda zenginlik bir kutupta ve yoksulluk diğer bir kutupta birikir” (Radikal, Söyleşi: Ezgi Başaran)

AKP’nin iktidarını dayandırdığı zemin sert bir şekilde sallanıyor. Mevcut halleriyle ne toplumsal bütünlüğü yeniden üretebiliyorlar ne de Türkiye’yi baştan başa saran çelişkileri erteleyebiliyorlar.

Geçen hafta Radikal Kitap’ın kapağında yer alan, akademi ve basın çevresinde çok konuşulan bir araştırma kitabı var: İktidarın Şiddeti (Metis Yayınları). Alt başlığı da “AKP’li Yıllar, Neoliberalizm ve İslamcılık.” AKP’nin neoliberal politikalarının toplum, sosyal politikalar, hukuk, devlet, dış politika ve toplumsal cinsiyet üstündeki etkilerini makalelerle tartışıyor. Kitabın editörü ve “AKP’nin Sosyal Politika Rejimi” başlıklı makalenin sahibi Prof. Gamze Yücesan Özdemir’e bu rejimin temel taşlarını sordum.

AK Parti’nin sosyal politika rejiminin önceki sağ hükümetlerden en ayırt edici özelliği nedir? 
Kitaptaki makalemde ‘sosyal politika rejimi’ derken ekonomik, siyasal ve ideolojik yapıların içine gömülü politikalar setinden bahsediyorum. Diğer bir deyişle, sosyal politika rejimini ekonomik, siyasal ve ideolojik temelleri olan bir bütünlük olarak görmek gerekir. Dolayısıyla, daha önceki sağ hükümetlerde sosyal politikalardan bahsedilebilir kuşkusuz ama bir rejim olarak işleyişi AKP iktidarında net görüyoruz. AKP sosyal politika rejiminin ekonomik temelleri piyasalaştırma ve güvencesizleştirmedir. 

Ne demek bu? 
Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi hayatın her alanının, piyasada alınır satılır hale getirilmesi piyasalaştırmadır ve emekçiler için ciddi bir şiddettir. Güvencesizleştirme ise toplumun geniş kesimlerini yarınsız ve geleceksiz kılmaktır. Rejimin siyasal temelleri ise yoksulluk yönetimine ve yeni kurumsal mimariye dayanıyor. Yoksulluk yönetimi, yani sosyal yardımlar alanı yeni sosyal politika rejiminin en önemli unsuru. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ise rejimin siyasal kurumu olarak şekillendirilmiştir. Bu rejimin ideolojik temellerine baktığımızda ise birey vurgusunun öne çıktığını görüyoruz. Bireysel haklar, bireysel sorumluluk gibi toplumu dışlayan bir ideolojik söylem işlemektedir. İdeolojik alanda bir diğer önemli süreç, emekçilerin, işçi sınıfının kolektif enerjilerini dışavurabilecekleri ve kendi geleceklerine sahip çıkabilecekleri tüm alanların yok edilmesidir. Emekçilerin, kendi sözlerini söyleyebilecekleri tüm ortak zaman ve mekânlar tahrip edilirken; emekçiler 7-24 AKP medyasının sözünü dinlemeye mecbur bırakılmaktadırlar. 

Genel olarak bir ‘hastanelerde sürünüyorduk artık sürünmüyoruz, araba alabiliyoruz’ algısı var, hatta “lafa değil icraata bakarım” diye reklamını yapıyor AKP… Bu algı nasıl oluşturuldu? 
Sağlık sistemi özelleştirilirken, “durun” dedik “sağlık piyasaya terk edilmeyecek kadar hayati bir hizmettir.” Geçiş sürecini yönetirken AKP özel hastanelerde sağlık hizmetine ulaşımı kolaylaştırdı. “Geçiş süreci” dedik, “yarın piyasaya bırakılan sağlığın ne olacağını göreceğiz” dedik ve yarın geldi. Şimdi birçok hastane SGK kapsamında hasta bakmıyor ve yüksek katkı payları istiyor. Sağlık sisteminde kâr temel güdü olunca toplumun büyük bir kesimi doktorun ne tanısına ne de tedavisine güveniyor. Kâr hırsı sağlık hizmetlerine olan güveni yerle bir etti. Araba almak gibi bahsettiğiniz tüketim alışkanlıkları tümüyle borçlanma ile yürüyor. Türkiye’de işçi sınıfı borçlu. Bugün alınan yarın daha fazla çalışarak ödenmek durumunda. Bu zorunluluk bugün işten atılma korkusunu derinleştirmekte ve her korku gibi biat ve katlanma yaratmakta. Böylece işçi sınıfı hem bugün hem de gelecekte daha itaatkâr olması için ciddi bir zorlama ile karşı karşıya. 

Peki yani hayat standardı AKP döneminde hiç mi yükselmedi mi? 
Bir sosyal bilimcinin tespitidir: Kapitalist toplumlarda zenginlik bir kutupta ve yoksulluk diğer bir kutupta birikir. Ayrıca zenginlik daha az ellerde birikirken yoksulluk ise daha genele yayılır. Bugün de yaşanan budur. Hayat standardı belli bir kesim için artmakta ama bu kesim toplum içinde her geçen gün küçülmektedir. 

Sendikalaşma son 10 yılda nasıl değişti? 
Sendikalar ciddi yasal sınırlılıklar içindeler. Özelleştirmeler sendikaları zayıflatıyor. İşten atılma korkusu sendikalaşma önünde ciddi bir engel. Sendikalar akademide ve medyada mavi yakalı erkek işçilerin eski örgütleri olarak tanımlanıyorlar. Sendikalaşmaya dair tüm engellerin arasında iki noktanın özellikle altının çizilmesi gerektiğini düşünüyorum. İlk nokta; daha önce yüzlerce işçinin aynı mekân ve zamanda çalıştığı bir işyerinde işçilerin birbiriyle iletişimi ve sendikanın işçilerle iletişimi çok daha kolaydı. Yüzlerce işçinin bir arada olduğu bir yemekhanede güçlü hitabete sahip bir sendikacının etkili bir konuşma yapması hem işçilerin birbiriyle hem de sendika ile iletişimi için kilit bir etkiye sahip olabilirdi. Yeni yüzyılın başında ise üretim hem zaman hem de mekân olarak parçalandı. İşyerinde kadrolu, sözleşmeli ve taşeron çalışan işçiler, çalışma zamanlarındaki esneklik nedeniyle, birbirlerini değil tanımak belki de hiç görmemiş olabilirler. İşçilerin birbirini görmediği bir durumda, sendikanın işçileri görmesi çok daha zordur. İkinci önemli nokta ise şu: Sendikalaşma, işçi sınıfının siyasal iradesinden ayrı düşünülemez. İşçilerin kendi hayatlarına sahip çıkma iradesinin zedelenmesi sendikaları ve sendikalaşmayı da olumsuz etkilemektedir. 

Sendikaların zayıflatıldığı toplumları nasıl bir gelecek bekler? 
Sendikasızlığın ne demek olduğunu gösteren yer SOMA’dır. SOMA’da işçi sınıfının, nasıl insafsızca sermayenin kâr güdüsüne terk edilmiş olduğunu gördük. SOMA’da madende kaç kişinin olduğunu ve kaç kişinin hayatını madende bıraktığını bilmiyoruz ve belki de hiç öğrenemeyeceğiz. Budur sendikasızlık. Yerin kat kat altında ailenin sahiplenemediği durumlarda sahipsiz kalmaktır sendikasızlık. 

Güvencesiz çalışmada belirgin artış var. Bu, hükümetin neoliberal politikalarının doğal sonucu mu? 
Neoliberal politikalar, emek piyasasında emek lehine tüm düzenlemelere karşıdır. AKP döneminde neoliberal politikalarla, işçi sınıfı güvencesizliği çok çeşitli boyutlarda deneyimlemektedir: İstihdam güvencesizliği, sosyal güvencesizlik, gelir güvencesizliği, sendikal güvencesizlik. Buna bir de irade güvencesizliğini eklemek gerekiyor. Kendi hayatına sahip çıkacak ve yaratıcılığına, enerjisine inanarak geleceği tasavvur edip biçimlendirebilecek bir iradenin yokluğundan bahsediyorum. Sık sık iş değiştirme, ‘hayatta dikiş tutturamama’, ‘kırık çıkık işlerde çalışma’, özsaygıyı, öz-değeri ve iradeyi zedeliyor. 

Peki İslam ve neoliberalizm nasıl elele tutuşabiliyor, dünyada bugün bu birlikteliği AKP kadar iyi kotaran başka hükümetler var mı? 
Neoliberalizm tüm dünya genelinde sağ ideolojilere başvuruyor. Neoliberalizmin şiddetini yaşanılır kılmak için önemli bir tutamaç sağ ideolojiler. Farklı ülkelerde farklı tonları oluyor sağ ideolojilerin: Milliyetçilik, muhafazakârlık, İslamcılık, Hıristiyanlık…Bunlar farklı şekillerde birbirleriyle eklemleniyorlar. AKP iktidarında İslam ve neoliberalizm şöyle el ele tutuşuyor: İlk olarak, neoliberalizm İslamcılaşıyor. Neoliberal şiddeti yaşanılır kılmak için Sünni-Müslüman yaşam dünyalarına ve inançlarına başvurularak İslamcı siyaset manipüle ediliyor. İkinci olarak, İslamcılık neoliberalleşiyor. İslamcı siyaset ayakta kalabilmek ve daha büyük kesimlere ulaşabilmek için liberalleştiriliyor. Ve AKP’nin bu işi artık kotaramadığını da belirtmek gerekiyor. 

Aa öyle mi? 
An itibariyle AKP’nin iyi olarak yapabildiği hiçbir şey kalmadı. Neoliberal İslamcılığı bile iyi yapamıyorlar. AKP ve hükümeti mevcut halleriyle ne toplumsal bütünlüğü yeniden üretebiliyorlar ne de Türkiye’yi baştan başa saran çelişkileri erteleyebiliyorlar. AKP’nin iktidarını dayandırdığı zemin sert bir şekilde sallanıyor. 

AKP döneminde bireycilik ön plana çıktı diyorsunuz ama bir yandan da vatandaşın sosyal yardıma bağımlı hale geldiğini söylüyorsunuz. İkisi bir arada nasıl oluyor? Sosyal yardıma göre taraf tutmanın kendisi aşırı bireyci bir hesabın sonucu değil midir? Bu bağlamda bireycilik ve sosyal yardımlar birbirini destekliyor aslında. Şöyle açıklayabilirim: AKP iktidarı için önemli olan toplumun sınıf doğasını, emeğin kurucu ve yaratıcı rolünü reddetmek ve bireyi öne çıkarmaktır. Birey nezdinde sorumluluk ve haklar dengesi kurulmaya çalışılmaktadır. Böylece, kolektif mücadelenin kazanımı olan hak yerine, ancak bireysel olarak sahip olunabilecek hak kavramı vurgulanmaktadır. Birey piyasa içinde ilişkiye girebilmeli ve piyasa ilişkileri içinde bir şeyler alıp satabilmelidir. Piyasa ilişkisi içinde kendini var etmelidir. Piyasa ilişkisi içine giremediği noktada birey, bireyden çok sosyal dışlanmış ya da yoksul olarak adlandırılmaktadır. Sosyal dışlanmış ya da yoksulsa, diğer bir deyişle, piyasada tutunamamışsa, ona yönelik sosyal yardımlar devreye girer. Piyasada var olamayanlar, hayırseverlik adı altındaki sosyal yardımlarla hayatta kalmaktadırlar. 

Makalenizde “Bu politika rejimi devam ederse refah düzeyi düşer” diyorsunuz, kişi başına düşen gelir ise arttı. Nasıl bir düşmeden söz ediyorsunuz? 
‘Kişi başına düşen milli gelir’, bir ülkede üretilen mal ve hizmetler toplamının ülkenin nüfusuna bölünmesi olarak tanımlanır. Burada ortaya şöyle bir yanılsama çıkıyor: Ülkede yaşayan her bireyin başına aynı miktarda gelir düşüyor. Kişi başına düşen milli gelir, SOMA’da işyeri sahibi ile madende hayatını bırakan işçinin başına aynı miktar gelir düştüğünü söyler. Anlamlı mıdır? ‘Kişi başına düşen milli gelir’ kategorisi, burjuva iktisadının icat ettiği en önemli Truva atlarından birisidir.

Yorum Bırak

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.