90’larda “yeni dünya düzeni” tartışmaları ile birlikte hakim olan “demokratikleşme” söylemi, neredeyse otuz yıldır, bir şekilde neoliberal dönüşümün anahtarı oldu. Türkiye’de de 10 yıllık AKP iktidarı boyunca “demokratikleşme” hiç gündemden düşürülmedi. Özellikle liberal çevreler bir tür “ceberut devletin” çözülmesi “otantik burjuvazinin demokratik devrimi” türünden tezlerle AKP’yi destekledi. Bu on yılın ardından bu anlamdaki genel değerlendirmeniz nasıl?
Son on yıldır “demokratikleşme” kavramı iktidar ve iktidara doğrudan ya da dolaylı olarak destek veren çevreler tarafından çok sık telaffuz edildi. Aslında, kapitalizmde siyasal iktidar tarafından ne çok fazla dillendiriliyorsa; bu, onun yokluğuna delalettir diye düşünüyorum. Bu kadar “demokratikleşme” denmesi aslında o kadar “demokrasinin” yokluğunu vurguluyor belki de. “Demokratikleşme” iki ana damardan dolaşıma sokuldu. Bu iki damar da aslında Türkiye topraklarında neoliberalizmin yeşertilmesi hedefine yöneliktir. Bunlardan ilki, AKP’nin temsil ettiği sermaye fraksiyonunun “kentli Türklere” karşı kendini varetme çabasıydı. İkincisi ise, sol liberalizm tarafından dolaşıma sokulan “demokratikleşme” tartışmasıydı. Bu noktada, şunu belirtmek gerekir: Liberalizm bu topraklarda tek başına güçlü bir siyasal ideoloji olamamıştır. Bu nedenle kendisini konjonktürel olarak muhafazakarlıkla ve/veya milliyetçilikle işbirliği yaparak varetmeye çalışmıştır. Son on yılda olan ise, liberalizmin sol ile işbirliği ile içinde varolma çabasıdır. İşte, sol liberallerin şu meşhur “çevrede bulunan demokrasi meftunu halkımız ve merkezde bulunan bürokrat, Kemalist, elitler” ikiliği kapitalist üretim ilişkilerini, sınıf ilişkilerini, kapitalist sermaye birikimini tümüyle karanlıkta bırakan ve yok sayan liberal bir anlatıdan başka bir şey değildir.
On yıl sonra gelinen nokta ise, net olarak başlangıç noktasından geriye gidildiğidir. Siyasal iktidarın her türlü muhalefete karşı saldırgan çıkışları, Başbakan’ın otoriter ve totaliter yaklaşımını her konuşmasında ifade etmekte hiç beis etmemesi, “demokratikleşme” noktasında nerelere geldiğimizi göstermektedir.
Bence önemli olan, siyasal iktidarın ve sol liberalizmin gündeme taşıdığı liberal demokrasinin kısır tartışmalarına sıkışıp kalmamaktır. Oy ticaretine dayalı bir temsiliyet karşısında katılımcı talepler üretme seçeneğini ısrarla masaya koymaktan vazgeçilmemelidir. Bu şekilde işçi sınıfının kendi kaderine sahip çıkmasına ve kendi hayatına dair kararlara katılma kabiliyetini arttırmasına yönelik adımlar atılmalıdır.
AKP, kendisinden önceki neoliberal politikaların takipçisi olmakla birlikte İslamcılıkla piyasacılığı birleştiren bir parti olması vasfıyla da farklı bir işleve sahip görünüyor. Aynı zamanda gündelik hayatın dini temelde dönüştürülmesinden ve bu yöndeki baskının da her geçen gün artmasından söz etmek mümkün. Din ve piyasanın birlikteliğinin, kapitalizmin Türkiye özelindeki işleyişinde özel bir konumundan söz etmek mümkün mü?
Son on yıllık AKP iktidarında din ve piyasanın, diğer bir deyişle, İslamcılık ve piyasanın iktisadi, siyasi ve ideolojik tüm yapılarla birbirini desteklediğini görmekteyiz. Bu anlamda, son yıllarda memlekette belli tarihsel koşullar ve sınıf ilişkileri bağlamında İslam-piyasa birlikteliğinin özel bir anından konuşabiliriz. Diğer bir deyişle, İslam-piyasa bağlantısının bize has boyutlarından konuşabiliriz elbette. Ama belirtmek gerekir ki; kapitalizm, son yirmi beş yıldır tüm dünyada hem merkez hem de çevre kapitalist ülkelerde benzer bir yaklaşım sergilemektedir. Merkez ülkelerde, neoliberalizmin kendi elini rahatlatmak için din, aile gibi muhafazakar değerlere fazlasıyla yaslandığını görmekteyiz. “Yeni sağ” olarak da tartışılan bu yaklaşım din ve piyasa birlikteliğini sergilemektedir. Çevre kapitalist ülkelerde de, İslamcılık ve piyasanın birlikteliğini gözlemleyebiliyoruz.
Sonuç olarak, küresel bir eğilimin parçası olarak Türkiye’de gözlemlediğimiz İslam-piyasa işbirliğinin ekonomik, siyasal ve ideolojik tüm yapılarda nasıl işlediğine dair bütünlükçü bir analiz önemli gözükmektedir.
İslamcılığın piyasacılıkla bütünleşmesi ile birlikte bu kesimler ve cemaatler de önemli bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Muhafazakarlaşmanın yaygınlaşmasıyla birlikte aynı zamanda yeni İslamcı burjuvazinin gelişmesi ile eşitsizlikten kaynaklanan bir krizden yani siyasi İslam’ın yaşayacağı ya da yaşamaya başladığı bir çözülme ve krizden söz edilebilir mi?
Önemli bir noktaya işaret ediyorsunuz. Cemaatler içinde gelişen İslamcı burjuvazi ve diğerleri arasında bir karşı karşıya gelmeden bahsedebilir miyiz? Bununla ilgili iki noktayı saptamak gerekiyor. Bence, çözülme ve kriz bu iki nokta arasındaki gerilimden çıkacak. Bir yanda, kapitalist ekonomideki sıcak para ve İslamcı belediyelerde biriken kentsel rantlar, yeni İslamcı burjuvazi ile yoksul kesimlere birlikte yaşayabilme imkanları sunuyor. Diğer bir deyişle, kapitalist ekonominin el verdiği oranda kredi kartları ve borçlanma fırsatları içinde gündelik hayatını sürdüren ve kentsel rantlardan sosyal yardım alarak yararlanan yoksul kesimler bu süreçte yeni İslamcı burjuvaziyle doğrudan karşı karşıya gelmiyor. Diğer yandan ise, son on yıl içinde zenginleşen, “palazlanan” bir kesimin, gündelik hayatın içinde göze batmaya ve yoksul kesimler nezdinde olumsuz anlamda dikkat çekmeye başladığından bahsedebiliriz. Yoksul kesimler nezdinde “AKP zengini” olarak tarif edilebilen ve “Bunlar da çok olmaya başladılar artık.” rahatsızlığına neden olan bir kesimden söz edebiliriz. Dolayısıyla yakın gelecekte, ekonomiden sıcak paranın çıkması ve AKP’nin birkaç büyükşehir belediyesini kaybetmesi bu iki nokta arasındaki gerilimi ikinciden yana güçlendirecektir diye düşünüyorum.
Anti-kapitalist Müslümanlar olarak kendilerini tanımlayan bir çevre bir tür “sosyal İslamcılık savunusu” temelinde AKP’ye karşı muhalefet eder görünüyor. Siz daha önceki bir söyleşinizde, bu kesimi AKP’ye karşı muhalefet odağı olmaktan öte “muhalefetin içine iktidarın eklemlenmesi” olarak tanımlıyorsunuz.
Hayatın her alanında fazlasıyla milliyetçi-muhafazakar bir hava teneffüs ederken, muhalefet alanında da tekrar “İslami terimlerle biçimlenen sloganları” görmek, ister istemez şu soruyu akla getiriyor: Muhalefet alanında üretilmesi gereken direniş, başkaldırı ve mücadele ile bu değerler ne kadar ele ele gider? Diğer bir deyişle, muhalefetin örmesi gereken karşı duruş, direnme, hem hukuken hem de sosyal anlamda eşitlik talep etme, başkaldırma ve kolektif mücadeleyi geliştirme gibi eylemler ile “itidal”, “huzur” ve “sabretmek” gibi değerleri içeren ideolojik-politik hattı birlikte düşünmek noktasında endişelerim var.
Kitabınızın da ismi olan “sessiz şiddet” kavramının bu tartışma içinde ifade ettiği nedir?
“Sessiz şiddet” ile şunu vurgulamak istedik aslında: Fiziksel şiddetin yanı sıra ve ondan daha derin işleyen yapısal bir şiddet var. Bu yapısal şiddetin bir boyutu piyasalaşma. Hayatın her alanının piyasa ilişkilerine aktarıldığı bir dönemden geçiyoruz. Özellikle emekçi kesimler için eğitimin, sağlığın ve sosyal güvenliğin parayla alınır satılır bir hal alması, diğer bir deyişle piyasaya devredilmesi büyük bir şiddettir. Hayatı yaşanamaz kılacak kadar derin ve bir o kadar da sessiz bir şiddettir. Bahsettiğimiz yapısal şiddetin ikinci boyutu ise işçi sınıfının kolektif eylem imkan ve ihtimallerinin, işçi kamusallıklarının, işçilerin kendi kendilerini yönetme haklarının, ekonomik ve sosyal haklar için mücadele etme örgütlülüklerinin yok edilmesidir. Emekçiler, ortak hareket edebilmeye ve kendi sözlerini söyleyebilmeye olan inançlarını yitirmişlerdir. İşte bu gerçekten şiddettir ve sessizce sözlerimiz ellerimizden alınmaktadır.
“Sessiz Şiddet” ile emekçilerin ortak söz üretme, söz söyleme imkanının yok edilmesi ve emekçilerin öz saygı yitimi ile karşı karşıya kaldığını ifade ediyorsunuz. Bu anlamda son yıllarda dünyanın pek çok yerinden gelişen direniş hareketlerini bir tür emekçilerin öz saygı yitimini aşma olanaklarını da ürettiğini söylemek mümkün mü?
“Kara gün kararıp gitmez.” der Orhan Kemal, bir romanında. Biz “sessiz şiddet” derken, diğerleri kapitalizmi analiz ederken fazlasıyla kara tahlillerde bulunuyoruz aslında. Diğer yandan hayat son yıllarda dünyanın pek çok yerinde muhalefet ve direniş içinde örülüyor. Dünyanın pek çok yerinde gelişen direniş hareketlerini, işçi sınıfının kendi hayatlarına sahip çıkmaya dönük yaratıcılıklarını ve güvenlerini yeniden kazanma pratikleri olarak görmek gerekiyor bence. İdeolojik ve politik olarak üzerimize çöken “Alternatif yok.”, “Alternatifi yaratamayacağız.”ın yıkılmasının işaretleri olarak görmek gerekiyor. Dünyanın farklı yerlerinde işçi sınıfı, kendi hayatları ve kaderleri üzerinde sahip oldukları gücü harekete geçirmeye başladılar. Kısacası, sınıfın kolektif özgüveni onarılıyor. Ve bir de Lenin’in şu önemli sözü var tabii ki: “Tarihin sizin ona atfettiğinizden çok daha geniş bir hayal gücü vardır.”
AKP iktidarı karşısında belirli dönemlerde etkili olup geri çekilen ya da yerel/lokal düzeyde süregelen pek çok mücadele deneyimi de gelişti. Mesela TEKEL direnişi kuşkusuz bunların arasında en önemlilerden birisiydi. Yine HES’lere karşı köylerde süren mücadeleler ve öğrenci hareketinin mücadeleleri… Bu direniş ve mücadeleleri –sizin tanımınızla- “gündelik hayattan silinme noktasına gelen solun” da geri dönüş kanalı olarak değerlendirmek mümkün mü?
Bahsettiğiniz direnişler ve mücadeleler noktasında iki eğilime dikkat çekmek istiyorum. Birincisi, direnen ve “hayır” diyenler. İşçi sınıfının TEKEL direnişi, köylülerin HES mücadeleleri, öğrencilerin muhalefetleri, kent yoksullarının kentsel dönüşüme karşı direnişleri, atanamayan öğretmenlerin mücadeleleri bu eğilimin en önemli uğrakları. İkincisi ise, varolan yapılara hem “hayır” diyen hem de alternatifini yaratmaya çalışanlar, diğer bir deyişle “arayışta olanlar”. Farklı belediyecilik arayışları -Hopa Belediyesi gibi-, farklı sendikal örgütlenme arayışları, taşeronları örgütleme çabaları gibi…
Bu noktada önemli olan bu iki eğilimi birlikte örebilecek sınıf temelli bir koordinasyonunun sağlanmasıdır diye düşünüyorum. Bu düşüncemi biraz açmak gerekirse, öncelikle birinci eğilime dair, “hayır” demek çok önemlidir ve “sokaklar” da çok değerlidir. Ama “Sokak neylerse iyi eğler.” gibi bir noktayı da sorunlu bulduğumu belirtmek isterim. Dolayısıyla, sokaklardaki muhalefetin sınıf temelli bir koordinasyona kesinkes ihtiyacı vardır. Bu noktayı ikinci eğilimle birleştirmek gerekirse, bu koordinasyonun yalnızca kapitalizmi eleştirmekten öte bir dünya tasavvuruna sahip olması gerekiyor. Diğer bir deyişle, “hayır” demek kadar “Sosyalist bir Türkiye’de eğitim nasıl olacak?”, “Sosyalist bir Türkiye’de belediyecilik nasıl olacak?”, “Sosyalist Türkiye’de kentler nasıl örgütlenecek?” gibi konularda somut fikirlere sahip olmak gerekiyor diye düşünüyorum.
Sonuç olarak, kapitalizmin “kara” tahlillerinden öte sosyalizmin olabilirliğini, güncelliğini duymak ve tartışmak, istediğimiz konular gibi geliyor bana. Ve 2013’ün tüm direniş ve mücadelelerini, sosyalist Türkiye”de eğitimin, sağlığın, ekonominin nasıl olacağı konusunda daha net saptamalar ve tahliller ile birlikte yürütmek önemlidir diye düşünüyorum. Bu da, sosyalizmi sürekli bir ihtimal olarak ele almamızı yani sosyalizmi güncel ve gerçekleşebilir kılmamızı sağlayacaktır.