Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ilk kalkınma planı, On Birinci Kalkınma Planı geçen günlerde Cumhurbaşkanı’nın onayının ardından Meclis’e sunuldu. 2019-2023 dönemini kapsayan bu plana dair çalışma gruplarının raporları 2017’de yayınlanmış, tanıtım toplantısı Şubat 2018’de gerçekleştirilmişti. Plan, bir yıl gecikme ile Meclis’e geldi.
Başlığında “kalkınma” teriminini içeren plan, birçok boyutuyla ele alınabilir kuşkusuz. Emek politikaları ile bağlantılı kısımlarına bakıldığında, son otuz yıldır sürdürülen neoliberal düzenlemelerin aynı şiddetle önerildiğini görüyoruz: Esnek çalışma biçimleri, kıdem tazminatı reformu, “beşeri sermaye”nin güçlendirilmesi, dijital ve teknolojiye dayalı üretime uygun nitelikte insan yetiştirilmesi…
Beşeri sermaye kuramı bir hayli değer yüklüdür; onunla başlayalım. Kuram, “Batı toplumlarının neden kalkınmış olduğu” sorusuna, içinde “emperyalizm”, “sömürü”, “eşitsiz gelişme” gibi terimlerin geçtiği cümlelerle değil de “bu ülkelerin insanlarının girişimci, akılcı, eğitimli, vasıflı olduğu” cevabını verenler tarafından geliştirilmiştir. Batı’nın kalkınmışlığının nedeni bu bireyde gizli ise kalkınmak için, altyapı, eğitim, sağlık, araştırma gibi sorunlarla uğraşmak yerine bu “birey”lerden üretmek gerekir. Nasıl sermayedar ekipmanına, makinasına ve binasına üretkenlikleri artsın diye yatırım yapmakta ise, birey de kendi üretkenliği artsın diye kendi sermayesine yatırım yapmalıdır. Bunun “gelişmekte olan” bir ülkede çalışma ilişkileri alanındaki yansıması ise “hayat boyu eğitim” şiarıyla – çoğu hizmet sektöründe çalışmak üzere – örgütsüz, belirli süreli iş sözleşmelerinin kaygan dünyasına uygun işçi yetiştirmek olacaktır. Bu yaklaşım, yalnızca ülkemizde değil tüm dünyada çökmüştür.
Esnek çalışma biçimleri, emekçilerin kendi çalışma ve yaşam zamanlarını planlayabilmeleri için önerilmektedir: “İster gece yarısı ikiden sabah on bire kadar, ister iki işletmede birden gün aşırı çalış, geri kalan zaman sana kalsın. Yaşam senin!” Hem ülkemizde hem de dünyada esnek çalışma ile çalışarak yoksullaşmak, daha çok çalışarak daha az kazanmak olağanlaşmış ve sıradanlaşmış bir yaşam deneyimidir. Kahve keyfi gibi geçicidir esnek çalışanın güvencesi ve dahi gelir beklentisi. İşten atılan bir işçinin dedikleri geldi aklıma: Yöneticiye sormuş “Beni işten mi atıyorsunuz?” Yönetici de cevaplamış: “Hayır, seni işten atmıyorum. Yalnızca sözleşmeni yenilemiyorum.”
“Dijital ve teknolojiye dayalı üretime uygun nitelikte insan yetiştirilmesi” kalemi de bu kapsamda ayrı bir anlam kazanıyor. Teknolojiye dayalı üretim ve dijital üretim için gerekli kamusal yatırımları, kamusal politikaları, kurumsal dönüşümleri hiç hesaba katmayan bir kalkınma planında “dijital ve teknolojiye dayalı üretime uygun nitelikte” insanlardan bahsediliyor.
“Kıdem tazminatı reformu” var bir de. Yeniden şekillendirme anlamına geliyor reform terimi, doğrudan çevirirseniz tabii. “Neyi yeniden şekillendirecekleri” sorusu ve dahi cevabı ilk bakışta anlaşılmıyor. Ama uzun süredir, işçilerin kıdem tazminatı hakkının ortadan kaldırılması ve sınırlandırılması gündemdedir. Unutmamak gerekir ki, kıdem tazminatı bir yük değil, işçilerin kazanılmış hakkıdır.
KALKINMA BAŞLIĞI ALTINDA TARTIŞTIKLARIMIZ BUNLAR…
Bu topraklarda kalkınmacılığın bir tarihi var oysa ki. Bu topraklar yurtsever bilim insanları ve mühendisler ve doktorlar ve diğer emekçiler açısından verimlidir. 1960’lı ve 1970’li yıllardaki kalkınma birikimini o dönemin önde gelen isimlerinden Bilsay Hoca (Kuruç) şöyle anlatıyor: “1960’lar ve ‘70’ler yeni bir kuşak yetiştirmiştir. O yirmi yılda çok şey öğrenmiş olduğumuzu zaman geçtikçe, hele bugün daha çok hissediyoruz. Bir düş sahibi olabilme yılları. Bizim kuşak, sanıyorum ki gerçekleşebilir düşlerin sahibi oldu. Düşün ki düş kurabilesin, düşünelim ki düşleyebilelim. Yani gerçekleşebilir bir iyimserliğin sahibi olduk.”
Bugün ülke derin bir iktisadi ve siyasal krizin içindeyken; “faiz ödemeleri” başlığı altında ödünç dolarların yükünü emekçiler çekerken; kalkınma planı diye önümüze uluslararası “yatırımcıların” talepleri konarken, sorular geliyor aklımıza: “Sert rüzgarlar kıyıları basmış, gelecek için kaygılar artmışken, emekçiler, emeğin akademisyenleri, toplumcu mühendisler, toplumcu hekimler neredeler?”, “İlerlemenin ve kalkınmanın Türkiye’sini kuracak olanlar şimdilerde ne yapmaktalar?”
Bilgi üretim süreçlerinde karşı-devrimci paradigmaların egemen olduğu bir noktadayız. Ülkemizi, siyaseti anlamak ve açıklamak için başvuracağımız kuramlarda aydınlanma, kalkınma, kendi irademiz ve kapasitemizle toplumsal ilişkileri dönüştürebileceğimiz iddiaları saldırı altında. Evrensel iddiaların ve devrim ihtimalinin ortadan kalktığını tartışan bir teorik “sefalet”in ve “sınıftan kaçış” stratejileri ile boşalan siyaset alanının kuşatması altındayız. Gerçeğin eksik bir resmi ve tarihin silik bir silueti ile burun burunayız.
Bugün, tüm dünyada hem akademi alanı hem de siyaset alanı yeni arayışların içindedir. “Kimlikçilik”, “bireycilik”, “piyasacılık”, “aydınlanma karşıtlığı”, “büyük anlatı düşmanlığı”, ışığını yitirmiş mumlar gibi belli merkezlerde hakim ama gençliğin ve emekçilerin ilgisinden yoksun duruyor. Kimseye yol gösteremiyor. Bugün, bizde ve bütün dünyada, halkçı, kalkınmacı ve eşit bir toplumsal düzen arayışı gündemdedir.
Hem Avrupa hem de Amerika’da siyasal alanda yoksul ve emekçilerden yana bir toplum ve ekonomi arayışına tanık oluyoruz. Herkese sağlık sigortası, kamu okullarında parasız eğitim, iş güvencesi ve diğer sosyal politikalar yüksek sesle dillendiriliyor.
Bizler de emekçisiyle, işçisiyle, öğretmeniyle, doktoruyla ve mühendisiyle bu arayışa taraf olmalıyız. Ya bu talepler “gerçekleşebilir bir iyimserliğin” yürekli sahiplerince seslendirilir ya da bu taleplere duyulan özlem ve bu taleplerin karşılanamamasının yarattığı enerji kapitalizmden, sömürüden ve emperyalizmden yana yönlendirilir.
Bugünün arayışını, kalkınmacı yılların efsane filmine atıfla bitirelim. Selvi Boylum Al Yazmalım’ın son cümlesi: Sevgi neydi? Sevgi emekti. Kalkınma da dayanışma, bağımsızlık, yurtseverlik ve emektir.