Muhafazakarlığın sınıfsız toplumu: Kabiliyet, gayret, nasip (BirGün)

Çalışma hayatına yönelik politikaların belirlenmesi için tüm tarafların katılımı ile gerçekleşen Çalışma Meclisi’nin 12. toplantısı geçtiğimiz günlerde yapıldı. Bu toplantıda Cumhurbaşkanı konuştu ve sınıfsız bir toplumu tanımladı:

“Toplumu yaptığı işlere göre sınıflara bölmek, bunların çatışmalarından sonuçlar çıkarmak, oradan ideolojik kuramlara sıçramak gibi hususların bizim dünyamızda, bizim kültürümüzde yeri yoktur. Eğer bir fabrikada patron ve işçiler aynı iftar sofrasında buluşuyor, camide aynı safta namaza duruyor, mezarlıkta aynı sırada yatıyorlarsa ahlaken orada sınıf ayrımı olmaz, olamaz. Paranın çokluğu, azlığı başka bir meseledir, bunun içinde kabiliyet, gayret vardır, hepsinden önemlisi nasip vardır. Asıl mesele hayatı paraya göre tasnif etmemektir, asıl mesele her ne iş yapıyorsan onun en iyisini yapabilme iradesine sahip olmaktır. Asıl mesele helalinden kazanarak kendinin ve ailenin geçimini sağlamaktır.”

Bu sözlerin dile getirildiği günlerde ülke derin bir iktisadi ve siyasal krizin içinde. Ekonomik göstergeler ve siyasal alanda yaşanan gelişmeler krizin daha da derinleşeceğine, toplumsal/sınıfsal eşitsizliklerin artacağına ve yoksulluğun kesifleşeceğine işaret ediyor. Her geçen gün zenginlik bir yanda, yoksulluk diğer yanda birikiyor. Ve yine her geçen gün zenginlik daha az elde toplanırken, yoksulluk daha geniş kitlelere yayılıyor.

Bir yanda şık, konforlu mekânlarda oturan, çocuklarını pahalı okullarda okutan, iyi sağlık hizmetlerine ulaşan, lüks arabalara binen, dört kuşak sonrasının geleceğini sağlama almış hayatlar… Diğer yanda ise, 12 saat çalışıp yine de çocuklarına iyi bir eğitim ve gelecek sağlayamayan, sağlıksız mekânlarda yaşayan, yetmeyen, yettiremeyen, borç altında ezilmiş, kötü beslenmeden yıpranmış, çalışmaktan tükenmiş hayatlar… Nasıl açıklayacağız bu toplumsal fotoğrafı? Bu soru, yalnız sosyal bilimcilerin değil, siyasetçilerin de edebiyatçıların da temel sorusudur.

Yukarıda alıntıladığımız ifade, muhafazakar-dini söylemin yoksulluk konusundaki önermelerini ve toplum kurgusunu yetkin bir şekilde dile getiriyor. Bu kurguda üç adım izlenebilir. İlk adım tam eşitlik aşamasıdır. Eşitlik, iftar sofrasında, camide ve mezarlıkta yan yana durma halinde görünür olur. İkinci adımda ise gelir ve yaşam farkları ortaya çıkar. Farklılık oluşmuş ve eşitlik bozulmuştur. Söz konusu farkları yaratan ise kabiliyet, gayret ve nasiptir. Son adımda ise çalışma vurgusu yapılır. Çalışma, farkların gerçekleştiği zemini oluşturur. Tüm farkları bir tarafa bırakmak, kendisi ve ailesi için çalışmak, onların geçimini sağlamaktır asıl olan.

Tanımlanan bu üç adım yalnız muhafazakar-dini söylemin değil, onun neoliberal niteliğinin de ipuçlarını barındırıyor. Muhafazakar ve liberal yaklaşımlar, tümüyle farklı kavram setleri üzerinden de olsa, oldukça benzer ve birbirleriyle bütünleşen bir toplum işleyişine sahiptir. İftar sofrasında, camide, mezarlıkta yan yana olmak muhafazakarlık için Allah katında herkesin eşit olması olarak görülebilir. Liberalizmde ise bu, hukuk önünde herkesin eşitliği olarak kavranabilir. Kabiliyet, Allah’ın bir lüftudur. Bir elin beş parmağı aynı değildir. Allah herkesi farklı becerilerle donatmıştır. Liberalizmde ise kabiliyet, emek piyasasında öne geçmek için biriktirilmesi gereken vasıf, sertifika, bilgi ve beceridir. Kişi beşeri sermayesini, kabiliyetini arttırarak piyasada herkesin önüne geçebilir.

Gayret çalışan ile çalışmayanı ayırır. Allah çalışanı takdir eder. Liberalizmde de girişimcilik, risk almak, rekabet etmek gayretin farklı yüzleridir. Nasip ise birinin alnına yazılmış olduğuna inanılan paydır. Liberalizmde bu pay fırsatları değerlendirme yeteneğinin ürünü olarak adlandırılabilir. Muhafazakar ve liberal yaklaşımlar için esas olan ise üçüncü adımdır. Bu hayat böyledir. Yapılacak tek şey bizi çevreleyen ilişkiler içerisinde, normlara ve değerlere bağlı, yerimizi severek çalışmak, daha çok çalışmaktır.

“Böyle gelmiş, böyle gider” diyen tüm bu yaklaşımlara ve kuramsal duruşlara inat tarihsel maddeci toplum çözümlemesi ve sol ise, üretim ilişkilerinin yapısını analiz edip, etkilerini ortaya koyup sonuçlar üretir. Bu bağlamda “eşitliği dünya üzerinde var edebiliriz” diye yola çıkar. Eşitsizliği gün ve gün yeniden üreten sınıf ilişkilerini analizinin merkezine alır. Sermaye ve işçi sınıfı arasındaki ilişkinin eşitsizlikleri üreten yapısını serimler. Sınıfların olmadığı ve eşitliğin yeryüzünde gerçekleşebildiği bir düzen mücadelesini sahiplenir.

Dünya üzerinde solun tarihinde Ekim Devrimi ve 20. yüzyılın reel sosyalizmleri, eşitsizliklerin olmadığı başka bir düzenin olabileceğini gösterdi. Üretimin özel mülkiyet dışında, kolektif olarak örgütlenip yönetilebileceğini; çalışmanın, eğitimin, sağlığın, konutun bir hak olarak düzenlenebileceğini; herkesten gücüne göre ve herkese gereksinimine göre zenginlik dağıtımı yapılabileceğini gözler önüne serdi. Emekçi toplumlar inşa etti. Ve bugünün dünyasından çok farklı bir düzeni mümkün kıldı.

Bu topraklarda solun tarihi ise, “gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri” için verilen mücadelenin tarihidir. Solun bu ülkenin emekçileri ile birlikte yükselttiği mücadele, yalnızca kendi siyasal, iktisadi ve sosyal haklarını değil tüm toplumu belirlemiştir. Solun tarihi, işçi sınıfının siyasal ve toplumsal talepleri doğrultusunda eşitsizliklerin, yoksulluğun ve işsizliğin ortadan kalkması hedefini taşır. Anadolu aydınlanmasının halkçı programlarla iç içe geçtiği dönemler, işçi sınıfının ve solun tarihinin en parlak dönemleridir. Bugün sol bu tarihsel mirası ne kadar hatırlamaktadır?

Bugün emekçilerden, kendileri ve aileleri derin bir yoksulluk içinde sefaletin her yönlü acısını deneyimlerken, eşitsizliğin doğal ve kaçınılmaz olduğu söylemi içerisinden anlam üretmeleri bekleniyor. Bugün emekçiler tükendikleri noktada “nasip” diyerek, bittikleri yerde “ha gayret” diyerek daha da hızla çöküşe ilerliyor. Sol siyaset için emekçilerin deneyimledikleri derin eşitsizlikler açıktır ama siyasetin merkezinde midir? Sol siyaset kapitalizmin, emperyalizmin ve sömürünün baskısı altında ayakta durmaya çalışan kitlelere, kaynağı yine kendi yaşam pratiklerinde bulunan bir cevap sunabilmekte midir? Sol siyaset bugün baskısı giderek artan bir siyasal rejimde, gündeme gelen konulara cevaplar ve refleksler vererek yol alıyor. Elbette solun güncel ve yakıcı siyasal sorunlar üzerinde söz söylememesi düşünülemez. Buradaki problem, güncel siyasal sorunların sosyalist solun kendi yolunda yürürken verdiği mücadelelerin ürünü olmayıp, solun kendisine dönüşmesidir.

Bugün yoksulluğun gayret, nasip ve kader olmadığını ve eşitliği bu dünyada var edebileceğimizi yüksek sesle söylemek gerekiyor. Sol liberalizmin burjuva siyasal alanında yürüttüğü müzakereci tartışmalara ve bu tartışmaların yarattığı zihin bulanıklığına mesafeyi korumalıyız. Tüm bunlara inat, solun teorik temellerini ve siyasal ufkunu hatırlamalıyız. Ve tarihsel meselemizi, sıkılmadan, yılmadan, yeniden ve yeniden ortaya koymalıyız.

Yorum Bırak

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.